Haziran ayında sevgili sanat tarihçisi rehberimiz Gökçe Günaydın Yüksel ve sosyolog Deniz Yılmaz Akman eşliğinde, “İstanbul’a Övgü Rotaları” kapsamında Samatya’dan Yedikule’ye uzanan büyüleyici bir yolculuğa çıktık. Yaklaşık 1500 yıllık sanat, mimari ve kültür katmanları arasında adeta zaman yolculuğu yaptık. Bir sanat tarihçisi ile bir sosyoloğun tarih, kültür, edebiyat ve sanatı; iç içe, keyifli ve dopdolu anlatımları sayesinde, her köşeyi döndüğümüzde hayretler içinde dinledik. İstanbul’un görkemli ve katmanlı geçmişiyle bir kez daha büyülendik desem az söylemiş olmam!

Bulgur Palas
Yürüyüşümüze, İstanbul’un yedinci tepesi Kocamustafapaşa’nın kaotik sokaklarını arşınlarken karşımıza aniden çıkan Bulgur Palas’tan başladık. Uzun süre atıl kalan bu görkemli yapı, 20. yüzyılın ünlü Levanten mimarı Guilio Mongeri’nin İstanbul’a armağan ettiği Birinci Ulusal Mimarlık Akımı örneklerinden biri. Mongeri, bu binayı “Bulgur Kralı” olarak bilinen eski milletvekili Bolulu Habib Bey için tasarlamış. Tarihi yarımadadan adalara doğru nefis bir manzaraya hakim konumlanan bina, şimdi ise İBB Miras’ın Mahir Polat öncülüğünde yürüttüğü başarılı bir projeyle yeniden hayat bulmuş. Gerçekten özenli bir restorasyon olmuş!
Bulgur Palas sadece mimarisiyle değil, işlevselliğiyle de oldukça etkileyici. Ücretsiz ziyaret edilebilen bu yapıda; sergi salonu, huzurlu bir bahçe, nefis manzaralı bir teras, İstanbul Kitapçısı, okuma ve çalışma alanları, hatta bir kütüphane yer alıyor. İstanbul Senin uygulamasıyla ücretsiz giriş yaparken kafesinden ücretsiz kahve hakkı da kazanıyorsunuz. Geriye seyir terasında bir İstanbul sefası yapması kalıyor!

Arcadius Sütunu
Bir sonraki durağımıza ilerlerken bir pastane ile konut arasına sıkışmış büyükçe bir “taş” parçası gözümüze çarptı. Bugün apartmanların arasında sıkışmış bir kalıntı gibi görünse de bir zamanlar kentin onur anıtıymış. Bu taş yapının 5. yüzyılda Doğu Roma İmparatorluğu’nun bir zaferine ithafen 50 metre yüksekliğinde dikilen ve zamanında o semte adını veren Arcadius Sütunu’ndan geriye kalanlar olduğunu şaşkınlıkla dinledik. Kayıp onlarca metresi nerelerde kim bilir… 1500 yıl öncesinin heybetli bu parçası ufalanarak zamanın tozlarına karışmış bile!


Haseki Külliyesi
Hayretimiz sürerken, bin yıllık bir zaman atlaması yapıp Haseki’ye ulaştık. Bu kez Hürrem Sultan’ın yaptırdığı Haseki Sultan Camii, bizi hem tarihi hem de duygusal açıdan epey etkiledi. Mimar Sinan’ın İstanbul’da mimarbaşı olarak yaptığı ilk yapı olan külliye, eski adıyla Avrat Pazarı olarak anılan semtte yer alıyor. İsmini ise kadınların köle olarak alınıp satıldığı alan olmasından dolayı alıyor maalesef. Saraya esir olarak getirilen Hürrem’in, iktidardaki güçlü varlığı sonrası tam da bu bölgeye bir külliye inşa ettirmesinin sembolik öneminin altını çizmek gerek.
Daha sonrasında ise bu külliye, içinde pek çok kadının şifa bulduğu, alışveriş yaptığı ve para kazandığı bir yer haline gelmiş, yani bir anlamda sembolizm zamanla kendi gerçekliğini beslemiş.

Camide ilgimi çeken bir diğer detay da kapısının sağı ve solundaki ilginç figürler oldu. Rehberimizden bunların erken dönem İslam hat sanatı olarak nitelendirilen ve geometrik bir kaligrafi tekniği olan “kufi yazısı” olduğunu öğrendim. Benim bilmeyen gözlerime modern kare kodu anımsattı doğrusu! “Muhammed” yazılı bir görseli aşağıda paylaşıyorum.

Samatya ve Yedikule Kahvehaneleri
Yürüyerek katettiğimiz rotamız boyunca yoruldukça Samatya ve Yedikule’de hala yaşayan kahvehanelerde limonata molası verdik. Hâlâ hikâyelerle dolup taşan bu mahallelerin ve yaşamın değişimini, sakinlerinin heyecanlı ve duygusal anlatımlarından dinledik. Bir de buraların hakkını dizi ve film endüstrimiz yıllardır veriyor malum, herkesin bolca anlatacak magazinel anıları vardı!

Çok hararetli duygular yaşamış, binlerce yıl farklı egemenlerin yönetimi altında, türlü milletten insan, türlü mücadeleler vermiş burada. Pek çok yaşama şahit olmuş her bir kaldırım taşı adeta, bizimkisi kolektif bilinci dopdolu bir coğrafya!
Surp Kevork Kilisesi
Gezimizin bir diğer sürprizi ise Surp Kevork Kilisesi oldu. Efsaneye göre, köye musallat olan ejderhayı mızrağıyla öldürerek güzel prensesi kurtaran Aziz Kevork’un hikâyesini dinleyip, ismine adanmış bu kiliseyi gezdik. İnanç, sanat ve mitolojinin birleştiği bir yerdi.

Rotanın devamında semtin çokkültürlü yapısı daha da belirginleşti. Ermeni yapıları ve kiliseleri, Zildjian ailesinin Samatya’dan çıkıp dünya müzik tarihine geçen zilleri, Rum balıkçıları, yazmalıklar, cirozlar, kahvehaneler, bakkallar… Hepsi semtin kültürel dokusunu hâlâ diri tutuyor.
Yedikule
Yedikule’ye vardığımızda, semtin ruhunu yansıtan detaylara tanık olduk. Yedikule Spor Kulübü’nün 1944’ten beri taşıdığı sembol, mahalledeki ahşap spor kulübü binası üzerindeki kara tahtaya yazılan maç sonucu… Kara tahta gibi analog bir skor tahtasıyla PVC pencerenin aynı karede buluşması… Tüm bunlar Yedikule’yi sadece bir semt değil, yaşayan bir tarih hâline getiriyor. Diyebilirim ki zamana direnen ama mecburen değişen bir semtin resmi gibiydi.

Hepşen Bakkaliyesi
Yol üstü duraklarımızdan Hepsen Bakkaliyesi ise adeta bir zaman kapsülü gibiydi. Raflarında bildiğimiz markalar olsa da diğer her şey adeta bir dönem dizisinin dekoru gibi görünüyordu. Günümüze ait farklı dillerdeki gazetelerin yan yana dizilişi, hâlâ bir arada yaşamak için çabalayan kültürlerin izdüşümüydü adeta. Gerçek bir kültür mozaiği… Tam da İstanbul’un kimliği olduğunu düşündüm.

Altın Kapı
Bu etkileyici gezinin finalini ise İstanbul’un giriş kapısı olan, nam-ı diğer Altın Kapı’da yaptık. Yaldızlı Kapı olarak da bilinen ve Theodosius Surları’nın görkemli süsü olan Altın Kapı, 413 yılında yine bir zafere istinaden inşa edilmiş. Altın yaldızlı kaplamalar ile süslenen yapı, yüzyıllar boyunca şehre zaferle dönen imparatorları karşılama görevini üstlenmiş. Osmanlı döneminde surların bir parçası olup epey hasar almış. Hisarın efsaneleriyle birleşip, tarihte nam salmış olsa da, görkemini muhafaza edemeyen bu kapının günümüze ne levhaları ne de muhteşem süsleri ulaşabilmiş maalesef.

Tüm zamanların iç içe geçtiği bu şehirde, her köşe başı bir çağrışım, her yıkık duvar bir hafıza… İstanbul’da tarih sadece okunmuyor, zamanın katmanlarının arasından yürünerek hissediliyor. Onu anlamak yetmiyor, hissetmek gerekiyor. Bir taşına dokunmak, yüzyılların omzuna yaslanmak gibi adeta.
İstanbul, unutulmak istemeyen bir rüya gibi, hep bir iz bırakıyor üzerimizde…

Yorum bırakın